Yazın çevirisi bir ulusun yazın ve kültür geleneğinde, diğer ulusal yazınlara göre daha etkilidir.
Avrupa edebiyatı tarihinde ilk edebi çevirmen, Tarent Savaşı’nda (İ.Ö. 2729) Romalılara esir düşmüş bir Yunanlıdır: Livius Andronicus (?-İ.Ö. 200). Şair, rejisör ve oyuncu olan Livius, “Odysseia” destanını Latince’ye çevirmiştir. Bu sadece başlangıç olmuştur; çünkü Romalılar yazın çevirisini eğitim amaçlı kullanmışlardır ki Roma medeniyetinin görkemini bilmeyen yoktur. Askeri alanda üstünlük sahibi olmalarına rağmen, Yunan sanatının önemli eserlerini örnek almış ve kendilerini bu alanda da geliştirmişlerdir.
Peki günümüzde Avrupa ya da Batı diyince aklınıza ne geliyor? Gelişmiş ve üstün olarak kabul ediliyor, öyle değil mi? Bu durumun temel kaynağı nedir? Rönesans. Peki Rönesans nedir? Başlı başına bir çeviri süreci, antik Yunan ve Roma kaynaklarına dönüştür. Batı tüm kültürünü çeviri yoluyla kurmuştur ve bu sadece Rönesans ile de sınırlı değildir. Bir kaç dönemde bunu tekrarlamıştır; Neoklasisizm, Romantizm, Hellenistik dönem…
Osmanlı’nın çöküşündeki etkenlerden birinin çeviri etkinliğinin de kendi içine kapanıklaşması olduğu söylenebilir. Sadece İslam medeniyetinin eserlerini çevirerek, diğer tüm eski medeniyetlerle bağlarını kesip yaratıcılığını kaybetmiş, uygarlaşma sürecinde geri kalmış, bunun sonucunda da diğerlerinin karşısında çöküşe geçmiştir.
Türkiye’de de yazın çevirisinin başlama nedeni batılılaşma ve Batı ile kültürel ilişkileri geliştirme isteğidir. Bu istek Tanzimat döneminde en belirgin halini almıştır; ancak bu dönemde geleneksel yapıların korunması çabası, istenen amaca ulaşılmasını engellemiştir. Dönemin çevirilerinde yoğunluk Fransızca eserlerde olmuştur ve bu sayede Türk yazını yeni yazınsal türlerle tanışmıştır. Ahmet Mithat Efendi (1844-1912 / Felatun Bey ile Rakım Efendi) ve Şemsettin Sami (1850-1904 / Taaşşuk-u Talat ve Fitnat) dönemin yazar ve ilk çevirmenlerindendir ve aynı zamanda ilk Türk roman örneklerini verenlerdir. Ancak bu dönemde yapılan çeviriler gelişi güzel denilebilecek şekilde yapılmıştır. Kim ne hoşuna giderse, kendi anladığı şekilde çevirmiştir. Bu nedenle eserlerde ne içeriksel ne de biçemsel bütünlük korunamamıştır.
Batılılaşma için en uygun ortam Atatürk ve Cumhuriyet ile birlikte gelmiştir; çünkü Atatürk kökten bir değişim amacındaydı. Atatürk’ün başarmaya çalıştığı şey 1920’lerin Türkiye’sinde var olan İslam Kültürü, Batı Kültürü ve Türk kültürünü, Batı ve Türk Kültürü lehine değiştirmekti. Atatürk’ün bu düşüncesini benimseyen ilk dönem Cumhuriyet hükümetlerinin genel hedefi ülkeyi “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaştırmaktı. İşte bu amaca ulaşmak için yapılan çalışmalardan biri çeviri seferberliğinin başlatılmasıdır.
1940’lar yazın çevirisinin Türkiye’de doruğa ulaştığı yıllardır. Bu dönemde kurulan çeviri büroları aracılığıyla sistemli bir çeviri etkinliği sürdürülmüştür. Bu sayede önceden sadece soylu bir azınlığın elinde olan edebiyat, tüm ülkeye yayılmıştır. Ancak bu dönemden sonra bu durum olumsuz yönde değişmiştir ve artık çevirilerde eserlerin niteliklerinden çok olası satış değerlerine önem verilmektedir.
Yani çeviri bilimi ve özellikle yazın çevirisi, genel yazın, kültür hayatı ve insanlık tarihi açısından büyük bir işlev ve öneme sahiptir.
Bir yanıt yazın